Vampir Edebiyatının Klasikleri
Korku edebiyatının önemli unsurlarından vampir fenomeni, uzun yıllardır önemli bir kültür öğesi olarak karşımıza çıkıyor. Sinemadan edebiyata, bilgisayar oyunlarından tiyatroya birçok farklı alanda vampir imgesinden sıklıkla yararlanılıyor. Gotik romanlardan modern fantastik serilere kadar, vampirler korku, entrika ve çekicilikle dolu hikâyelerin önemli bir ilham kaynağı. Vampir teması etrafındaki edebiyat, yalnızca bir korku unsuru olarak değil, aynı zamanda insan doğasının karanlık yönlerini keşfetmek için de öne çıkıyor. Bu yazıda, vampir edebiyatının en etkili ve kalıcı eserlerinden bazılarını ele alıyoruz.
Vampir Edebiyatına Giriş
Tür olarak gotik ya da korku edebiyatının içerisinde yer alsa da vampirleri odağına alan hikâyelerden söz edeceğimiz için bu yazıda vampir edebiyatı tanımını kullanıyoruz. Kökenlere indiğimizde gotik sıfatını taşıyan ilk romanın Horace Walpole’un 1764 tarihli The Castle of Otranto’su olduğunu görürüz. Bu eser, korku edebiyatının bir başlangıcı sayılır. 1700’lerde henüz “roman” türünün yeni yeni çıktığı ve gotik kavramının Ortaçağ sanatına atıfta bulunulduğu düşünüldüğünde, bugün gotik roman dediğimiz bu tanımlama tartışmalı bir sürece de sahne oldu. Heinrich August Ossenfelder adlı bir Alman şair 1748 tarihli “Der Vampire” şiirinde vampir kelimesini ilk kez edebiyatta kullandı. O güne kadar vampir efsanesi kulaktan kulağa yayılan kan emici ölü ya da insanların kanıyla beslenen canavar hikâyelerinde geçerdi.
1786’da William Beckford’un korku öğeleri barındıran Vathek adlı eseri Fransızca olarak basıldı. 1794 yılında Ann Radcliffe The Mysteries of Udolpho adlı gotik romansını yazdı. Aristokrat kötülerin kahraman olduğu bu dönem eserlerinde korku havası yaratan benzer unsurlar yer alıyordu.
19. yüzyıla gelindiğinde korku edebiyatı vampirlerin de eşlik etmesiyle beraber önemli bir gelişme kaydetti. Dracula ve Frankenstein gibi bugün dünya korku edebiyatının önemli eserleri haline gelen romanların yanı sıra ilk vampir anlatılarını da bu yıllarda sıklıkla görürüz.
İlk vampir öyküsü olarak John Polidori’nin The Vampyre adlı eseri 1819 yılında yayımlandı. James Malcolm Rymer’ın Varney The Vampyre (1847), Sheridan Le Fanu’nun Carmilla (1872) ve Paul Féval’in La Ville-Vampire (1875) eserleri de takip eden ilk vampir anlatılarından. Bu dönem Amerika’ya da sıçrayan korku edebiyatının en büyük Amerikan temsilcisi önce Edgar Allan Poe, onu takiben H.P. Lovecraft oldu. 20. yüzyılla birlikte iyice modernleşen vampir anlatılarında akla gelen ilk isim ise Anne Rice’dir. 2000’lerde dönem dönem değişen akımlarla popülerliğini sürdüren vampir anlatıları zamanla şatolarından uzaklaşan ve zamanın ruhuna uyan vampirlerle yolculuğuna devam ediyor.
John Polidori - The Vampyre
John Polidori tarafından 1819 tarihinde yazılan The Vampyre, modern vampir edebiyatının başlangıcı olarak kabul edilir. Tıp doktoru da olan Polidori, Lord Byron'ın yakın bir dostu ve doktoruydu. Polidori ve Byron; Percy Bysshe Shelley, Mary Shelley ve Claire Clairmont ile birlikte İsviçre’deki bir evde kaldıkları 1816 yazında Frankenstein’ın da doğmasına vesile olan korku hikâyesi yazma iddiasına girdiler. Polidori bu iddianın sonucunda bugün ilk vampir romanı olarak değerlendirdiğimiz The Vampyre’ı yazdı. İlk yıllarında satış kaygıları nedeniyle Lord Byron’ın adı altında yayımlanan eser, uzun yıllar Polidori’ye atfedilmedi. Kumar borçları ve kendi adıyla basamadığı eserinin yarattığı bunalım sonucu 25 yaşında intihar eden Polidori, geride bu unutulmaz eserini bıraktı.
Polidori’nin Byron’ın bir hikâyesinden esinlenerek yazdığı bu kısa romanda, aristokrat bir vampir olan Lord Ruthven etrafında gelişen “korkutucu” olaylar anlatılır. Lord Ruthven, soğukkanlı ve gizemli yapısıyla okuyucular üzerinde derin bir etki bırakan bir aristokrat. Varlıklı bir ailenin oğlu Aubrey ile dostluk kuran Lord Ruthven’ın kısa sürede gizemli havasının arkasında yatan kötücül ruhu ortaya çıkacaktır. Polidori'nin eseri, vampir karakterini romantik ve gotik edebiyatın bir parçası haline getirerek türün gelişiminde önemli bir rol oynadığı için oldukça kıymetli. Dracula’daki soylu vampir arketipinin de doğmasına vesile olan eser kendisinden sonra birçok yazarı etkiledi.
Sheridan Le Fanu - Carmilla
Carmilla, 1872 yılında İrlandalı yazar Sheridan Le Fanu tarafından yazıldı. Vampir edebiyatının öncülerinden biri olan Carmilla’yı özel yapan bir başka unsur ise ilk defa kadın bir vampiri odağına almasıydı. Üstelik bu vampirin romandaki genç kadın Laura’ya duyduğu gizli aşk, eseri eşcinsel bir vampir hikâyesi olarak da öne çıkarıyor. Yıllar önce ölen Mircella Karnestein’in vampirleşen hali, kurbanlarını genç kızlar arasından seçen genç ve güzel kadın Carmilla’dır. Babasıyla yaşayan Laura adlı genç kızın evine konuk olan bu gizemli kadının Laura’ya gösterdiği özel ilgi dikkat çekicidir. İki genç kızın yakın dostluğu Laura’nın günden güne kötüleşen sağlığıyla bozulacaktır.
Carmilla, vampir mitinin temel unsurlarını barındırırken aynı zamanda gotik atmosferi ve cinsel alt metinleriyle dikkat çekici. Laura ve Carmilla arasındaki ilişki esere benzersiz bir yoğunluk kazandırsa da döneminin toplumsal baskısı nedeniyle eşcinselliğe atıfta bulunulan bölümler büyük oranda eserden çıkarılır ve ancak 20. yüzyılın ortalarındaki baskılarda özgün haliyle yayımlanabilir. Vampir kültürünün meşhuru Dracula'dan önce yazılan bu eserle Dracula arasında birçok benzerlik görmek mümkün. Bram Stoker’ın Carmilla’dan fazlasıyla ilham aldığını söyleyebiliriz. Döneminde hayalet öyküleri yazan ve çok satan biri olan Le Fanu, ölümünün ardından uzun süre unutuldu. Korku öykülerinden oluşan eseri In A Glass Darkly’nin 1923 yılında M.R. James’in önsözüyle yeniden yayımlanmasına kadar yazarın ve Carmilla’nın değeri anlaşılmadı. Carmilla’nın özellikle 20. yüzyılda feminist ve queer okumalarla yeniden keşfedilerek çeşitli okumaları yapılmaya başlandı.
Bram Stoker - Dracula
Vampir edebiyatının fenomen haline gelmiş ünlü vampiri Dracula’nın hikâyesi 1897 yılında Bram Stoker tarafından kaleme alındı. Genç bir İngiliz avukat olan Jonathan Harker’ın iş için Transilvanya’ya gitmesiyle başlayan romanda Harker, Kont Dracula'nın şatosunda misafir edilir. Fakat bu gizemli Kont’un kısa sürede sıradan bir insandan çok farklı olduğu anlaşılır. Harker’ı şatosunda hapsederek İngiltere’ye doğru yola çıkan Dracula, burada Lucy isimli bir kadına musallat olur. Lucy’nin gizemli hastalığı sonucu şüphelenen Van Helsing isimli bir doktor, başka insanları da yanına alarak Dracula’ya karşı bir savaş başlatır. Kont Dracula, vampir mitinin en ikonik figürlerinden biri haline gelmiştir. Roman, gotik ve korku dolu unsurlarıyla okuyucuyu etkisi altına almayı başarır. Cinsel gerilimi ve Dracula’nın etkileyici şekilde çizilmiş karakteri metinde tansiyonun sürekli yüksek olmasını sağlar.
Stoker'ın eseri, vampir temasını modern kültüre taşıyarak birçok film, dizi ve kitaba ilham verdi. 20. yüzyılda ve günümüzde vampir mitine oldukça katkı sağlayan bu eser yazıldığı dönemde Stoker’a çok fazla gelir sağlayamamıştı. Ancak toplamda hakkında 200’den fazla film çevrilen Dracula, bugün vampir denilince akla gelen ilk isimlerin başında yer alıyor.
Anne Rice - Interview with the Vampire
İlk dönem klasiklerinin ardından 20.yüzyıla geldiğimizde Anne Rice’in vampir edebiyatına katkılarını görüyoruz. 1976 yılında yayımlanan Interview with the Vampire, Anne Rice'ın The Vampire Chronicles serisinin ilk kitabıdır. Roman, Louis de Pointe du Lac adındaki bir vampirin bir gazeteciye hayat hikâyesini anlatmasını konu alır. Louis'nin vampir olarak yaşadığı içsel çatışmalar, ahlaki ikilemler ve vampir Lestat ile olan ilişkisi romanı diğer vampir anlatılarından ayırır. Vampirlerin ahlaki değerlerinin ele alınması, onları tehlikeli ve korkulması gereken canlılar olarak gösteren ilk dönem anlatılarından farklı kılar. Öyle ki Louis insanları öldürmeyi tercih etmez, hayvanların kanını içmeyi seçer. Ancak Lestat ile vampir olmanın birçok yönünü öğrenecektir. İkili, yetim kalan bir kız çocuğu olan Claudia’yı da vampir yaparlar. Bedeni çocuk olarak kalan ancak zihin dünyası gelişen Claudia’nın da ikilemleri ve yaşadığı duygular romanın psikolojik altyapısını güçlendirir.
1994 yılında filmi de çekilen Interview with the Vampire, sadece bir korku ya da vampir romanı olmaktan öte insanın karanlık taraflarını keşfetmeye yönelik bir yolculuk da sunmasıyla edebiyat tarihinde önemli bir yer tutar.
Stephen King - Salem's Lot
Ünlü yazar Stephen King'in ikinci romanı olan Salem's Lot 1975'te yayımlandı. Modern vampir anlatılarının klasiklerinden biri sayılan roman, küçük bir kasabanın vampir istilasına uğramasını konu alır. Yazar Ben Mears, çocukluğunu geçirdiği kasabasına yazmak için geri döndüğünde şok edici bir gerçeği keşfeder: Kasabaya yerleşen gizemli biri, vampirlerle dolu bir ordu kurmaktadır. Kasabada meydana gelen gizemli olaylar ve kasaba halkının birer birer ortadan kaybolması Ben Mears’ı şüpheye düşürür. Kasabanın vampirlerin istilası altında olduğunu öğrenen Ben, yanına bir grup insanı da alarak bu kötücül canlılara karşı mücadeleye girişir.
King’in bu romanında en büyük başarısı klasik vampir mitini modernize ederek günümüz Amerikan kültürüne uyarlamasıdır. İlk örneklerinin İngiltere ve İrlanda’da doğduğu, tüm Avrupa’da dolanan vampir mitini şatolardan alıp kasabaya getirmesi, modern dünyayla bu efsaneyi birleştirmesi değerlidir. Salem's Lot, sadece korku atmosferiyle değil aynı zamanda toplumsal eleştirileriyle de dikkat çeker. King'in anlatımı, kasabanın çürümüşlüğünü ve insanların korku karşısındaki tepkilerini derinlemesine işler. Salem's Lot, modern vampir edebiyatının en güçlü eserlerinden biri olarak kabul edildi ve şimdiden vampir edebiyatının klasikleri arasında yerini aldı.
Vampir edebiyatı, yıllar içerisinde birçok evrim geçirmiş ve farklı yazarların kaleminde her defasında yeniden doğmuştur. Günümüzde de vampir hikâyeleri hâlâ popülerliğini koruyor ve yeni nesil yazarlar tarafından yeniden keşfediliyor. Öyle görünüyor ki vampir edebiyatı da ölümsüzlüğe kanat açan kahramanları gibi yıllar boyu korku hikâyelerinin vazgeçilmez bir teması olarak sonsuzluğu kucaklayacak…